17 Ocak 2011 Pazartesi

Yoksa bu son seçimdir artık

Taraf / 14 Ocak 2010 Cuma
İlk döneminde AB üyeliği ve demokratikleşme konusunda radikal söylemleri ve kararlılığıyla, statükodan ve onun emrine amade hükümetlerden bezen halkın takdiri alan, darbecileriyse eylem planları yapmaya mecbur bırakan AKP, 2004 yerel seçimlerinde büyük bir başarı yakaladı.
Parti reformist politikaları sayesinde, muhafazakâr gelenekten gelen tabanı dışında,  özgürlükçü solculardan ve liberallerden de destek aldı. Ancak söz konusu kesimler, AKP’nin bu seçimlerin ardından demokratikleşme adımlarını seyrekleştirmesini eleştirerek seslerini yükseltmeye başladılar.
2007 yılındaki genel seçimler öncesi, darbecilerle fiili ittifak yapan ulusalcıların tazyiki her kesimden demokratı AKP çevresinde yeniden yan yana getirdi. Parti, büyük oranda bu dalga nedeniyle ikinci kez girdiği seçimlerde de muazzam bir oy oranını yakaladı.
AKP, ilk dönemindeki kadar olmasa da, bu seçimlerin ardından da askeri vesayetin kırılması yolunda yapısal adımların altına imza attı. Anayasa değişikliği referandumu sürecinde demokrasi söylemini yükselten AKP, kitle desteğini yüzde altmışlara kadar yükseltmeyi başardı.
Şimdi önümüzde yeni bir genel seçim var. AKP’nin üçüncü kez büyük bir oy oranıyla bu seçimi de kazanması sürpriz olmayacak. Hakkını vermeli, bu olasılığın gerçekleşmesi sadece Türkiye için değil dünyadaki tüm demokrasiler için gerçekten büyük başarı.
Ne var ki bu başarı eğrisinin sarhoşluğu başbakanın ve bazı AKP kurmaylarının enikonu başını döndürmüşe benziyor.
Hükümet, yeni bir anayasanın yolunu açacak, adli ve askeri yargı alanında az da olsa normalleşme sağlayan anayasa değişikliği referandumundaki olumlu tavrından adım adım uzaklaşıyor.
Gündemdeki konular vesilesiyle milliyetçi çizgisini belirginleştiriyor.  
AB üyeliği müzakerelerinde gönülsüz davranıyor. Ve ne yazık bizlerin de çoğu kez takdirini kazanan dış politika alanındaki “sıfır sorun” perspektifinde bile, AB konusunda milliyetçi tabana yolladığı mesajı güçlendirmek için söylem bazında geri adımlarlar atmaktan çekinmiyor.
Demokrat kamuoyunun kendilerinden beklediği üzere YAŞ’ta yükselttikleri çıtayı, ordunun mali denetimin yolunu açacak Sayıştay kanununda, artık meşrulaşan değişiklikleri gerçekleştirilip yükseltemiyor.
Kendisine ait, kraldan daha kralcı işgüzar yerel yönetimlerinin ve kendini bilmez sivil bürokratların, her gün bir yenisi ortaya çıkan içki yasağı vb uygulamalarının önünü almak için kararlı bir duruş sergilemiyor.
Belki de en vahimi, Başbakan Erdoğan ve sağduyusuna güvendiğimiz birkaç isim dışındaki AKP kurmayları, mağrur bir edayla, çoğu zaman “dönek” yaftası yemeyi göze alarak demokratikleşme, sivilleşme ve şeffaflaşma alanında kendilerine destek veren kamuoyundan gelen eleştirileri ya yok sayıyorlar, ya da sert bir üslupla kestirip atıyorlar.
Evet, bizler de biliyoruz genel seçim kapıda ve CHP’sinden MHP’sine artık enikonu keskinleşmiş yekpare milliyetçi bir cephe var karşılarında. Kendisine sol adını veren kesimler bile enerjilerini “yetmez ama evet” zihniyeti yara alsın diye tüm demokratikleşme reformlarından geriye dönülmesi yoluna vakfetmiş durumdalar.
Başkentte sıkça konuştuğum tüm AKP yöneticileri bu tespiti açıkça dile getiriyorlar. Bir yandan en temel haklarını talep eden yurttaşları tatmin ederken bir yandan da bazı kesimlerin kaygılarını gidermek gibi bir sorumlulukları olduğunu söylüyorlar.
Yüzde ellilere varan oy potansiyeline sahip bir partinin bu tarz kaygılarını anlamak elbette zor değil. Ancak onlar da artık 80 yıllık statükonun değil, Türkiye’nin reform isteyen çoğunluğunun merkez partisi olduklarını artık anlamalılar.
AKP’ye teveccüh gösteren kesimlerin büyük çoğunluğunu,  “gelenekten” gelen seçmenin oluşturduğu doğrudur. Ancak sayıca büyük bir yekûn oluşturmasalar da özgürlükçü sol, demokrat ve liberal kesimlerin desteği olmadan, partinin başlattığı ve yavaşlamalara rağmen hala öncülüğünü üstlendiği değişim sürecinin toplumsal meşruiyeti asla ve asla Sağ-la-na-maz.
AKP medyadan, akademiden, iş çevrelerinden ve sivil toplumdan almayı başardığı “yetmez ama evet” kredisini yitirdiği an bütün “büyüsünü” de kaybeder. Sonu da Ahmet Altan dediği gibi ANAP’tan farklı olmaz.
Kaldı ki o oyları çantada keklik görülen muhafazakâr tabanın refleksleri de, bizzat AKP’nin ilerici politikaları çevresinde oluşan reform cephesi sayesinde çok büyük oranda demokratikleşti. Artık bu kesimler bir Saadet Partisi seçmeni değil; onlar da yetmez ama zihniyetini sahiplenen kesimler gibi “değişim ya AKP” derken seslerini enikonu yükseltiyorlar.
Seçime yalnız yeni dönem kapsayacak bir programla değil, 13 yıllık bir planla hazırlandığını açıklayan AKP, halkın bu beklentilerini göz ardı etmekteki ısrarını sürdürürse, seçimi kazansa da inanın iktidarda birkaç yıl bile zor dayanır.
Biz ne merkez partileri gördük, zaten yoktular.

7 Ocak 2011 Cuma

Bu abluka AKP'ye değil demokratikleşmeye

                                                                         
                                                                              Taraf/ 7 Ocak 2011 Cuma
Kürtler ve Aleviler gibi dezavantajlı ve ezilen kesimlerin adını ağzına almamasını, “sınıfsız, kaynaşmış bir ulus” idealini içeren faşizan halkçılık ilkesiyle gerekçelendiren Kılıçdaroğlu, siyasal iktidarı ülkeyi bölünmenin eşiğine getirmekle suçluyor. CHP’sinin, seçim dönemindeki baskın söyleminin milliyetçilik ve militarizm olacağına dair güçlü sinyaller veriyor.
Çarşamba günü Yıldıray Oğur’un Taraf’ın manşetindeki haberinde anlattığı gibi, MHP ulusalcı dozu en yüksek seviyeye çıkartılmış parti olarak dizayn ediliyor.
Askeri ve sivil bürokrasi de tehlike anında kırılacak camı tuzla buz etti bile.
Darbe rejimin ideolojik aygıtı yüksek yargı, “geciktirme” faaliyetleriyle, sistemin frankeştaynı Hizbullah gibi aktörlerin rol aldığı,  “açılım ve reform sürecinin gizli ajandası” prodüksiyonuna sponsorluk yapıyor.
Diyarbakır’daki PKK’li sanıklar yasadan yaralanmasın diye, yılın son günü bu kişileri hükümlü konumuna getirecek kadar iş kolik olabilen Yargıtay, dün “Hizbullah da dahil acil dosyaları bir saate görüşün” diye yalvaran AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ’a “yorgunuz” diyebiliyor.
İcracı bakanlıklardaki statükocu bürokrasi, AB üyeliği perspektifini baltalamak için, açılması öngörüler fasıllara tırnak atıyor.
Medyanın büyük kısmandan da benzer tamtamlar yükseliyor. Reformist siyasal iktidarı dizginleyecek olası Milliyetçi Cephe (MC) koalisyonlarına lojistik destek faaliyeti yürüten merkez medyanın münevverleri, “Babam kayınpederim” zinde güçlerinin aile bağlarının mukaddesliğinden masuniyet karineleri devşirerek, Türkiye tarihin en önemli davalarından olan Balyoz yargılamalarını etkisizleştirmeye çalışıyorlar.
Cumhuriyet mitingleri yeniden başlıyor.
Ulusalcı abluka adım adım örülüyor…
Siyasal iktidarsa, bu milliyetçi akıntının dümen suyunda, gerici “itidal” söylemin dozunu çoğu zaman kaçırıyor.
Çizdiğim tabloyu çok karamsar bulanlar olduğunu biliyorum.
Ama üzülerek bildirim ki, zamansız zafer naralarının yanı sıra “Aman AKP’li sanmasınlar” paranoyasıyla hakkaniyeti ihlal eden demokratların kamuoyunda yarattığı rehavet beni fazlasıyla kaygılandırıyor.
Eğer vesayet rejimi, zincirlerini kırıp fiilen yan yana gelebilmiş bir avuç demokratın, bir gazetenin ve mehteran adımlarıyla da olsa “ilerleyen” bir siyasal iktidarın hepi topu birkaç yıldır süren faaliyetleriyle bir anda yıkılıverecek olsaydı, bunca yıldır sürer miydi sizce? Bunca cana, mala mal olur muydu?
Prestiji sarsılsa da, bazı mevzileri kaybetse de, statüko hâlâ güçlü ve aktif. Demokrasi cephesinden aldığı darbelerin acısını çıkartacağı rövanşsa bir seçim sonrası kadar yakın.
Bu noktada, geniş bir kitleye sahip olmasa da, kamuoyu yaratmada ve gündem belirlemede etkisi muazzam sol ve demokrat kesimlere büyük görev düşüyor.
Bırakın, ülkenin içinde bulunduğu dönüşüm sürecindeki tarafları eşitleyip, yaşanan mücadeleyi “düzen içi iktidar mücadelesine” indirgeyen konformistlerin sıçratacakları çamurdan kaygılanmayı.
Oturup, biz Kürtleri, emekçileri, demokrat dindarları, solcuları, Alevileri, yoksulları hiç mi hiç ilgilendirmediği iddia edilen kavganın, ülkeyi üç beş yıl öncesine kıyasla özgürlük katına kaç basmak yaklaştırdığını hesaplayın.
Evet, kuşkusuz yetmez ama hayır diyebilecek kadar hürriyet zengini miyiz bizler?
Daha dün bizlerin de talebi olan demokratikleşme adımlarının hakkını, AKP’ye yarar diye vermekte ürkek davranırken, bu ağırkanlı tavrımızın reform sürecinin köküne kibrit suyu dökmek için ısıtılmaya çalışılan ittifakların değirmenine ne kadar su taşıdığını da hesaplamamız gerekemez mi?
Hesap kitap zamanıdır.
AKP eylemci fobisinden artık kurtulmalı
Ne olurdu dün öğrencilere ODTÜ kapsından AKP Genel Merkezi önüne kadar yürüyecekleri bir güzergâh gösterilseydi ve onlar da basın açıklamalarını yapsalardı? Adam mı ölürdü? Aleyhinde birkaç slogan duyan Başbakan ya da AKP yöneticileri erirler miydi?
Başbakan ve kurmayları, dünyanın her yerinde siyasilerin müsamaha gösterdiği öğrenci eylemleri karşısında tahammüllü olmayı öğrenmeliler. Polisi gazıyla, copuyla, panzeriyle çocukların karşısına dikip efelendikçe, sağdan soldan ulusalcı faşistin ve onlara ilişik medyanın  “sivil dikta” zırvalıklarına malzeme verdiklerini artık anlamlılar.
Öğrencilerin “arkaik” söylemlere sahip oldukları ve “yönlendirildikleri” şeklindeki argümanlarla, eylemcilerin anayasal haklarından mahrum bırakılmaları gerektiğini savunabilen kesimler de “hırsızın hiç mi suçu yok” mantığından muzdaripler bence.
Velev ki öyle olsun, söyler misiniz bu neyi değiştirir?
Kendi mağduriyetlerimiz söz konusu olduğunda karşı çıktığımız ceberut rejimin eseri polis devletini, ideolojik olarak farklı düştüğümüz kesimler söz konusu olduğunda göreve çağırmak iki yüzlülüktür.

Batık masraf hatası yaşamlar

                                                                                                     TARAF/ 4 OCAK 2011 SALI

Yılbaşının ertesi günü, bir arkadaşımla şehrin sakinliğinden yararlanıp iyi blues dinlemek için Kafka’da soluklandık. Derken bir çift girdi içeriye. Oturduğumuz masaya doğru ilerlediler. Adam gözlerini kısıp bana doğru bakınca başımı sallayıp “merhaba” dedim. 
“Melih Altınok, Taraf’ta yazıyorsunuz” dedi.
Halim yoktu, tereddütsüz bir şekilde teklemeden, “Hayır, nerden çıkartıyorsun” diye yanıtladım, sakin bir muzırlıkla.
Adam şaşırdı. “Nasıl olur ya, sen osun diye gördüğümde başımı çeviriyorum, selam vermiyorum, sinirlerim bozuluyor” diye söylendi.
“Hayır” diye tekrarladım, karıştırıyorsun”
Aslı şaşkın; müşterileriyle ilgilenmek için bekleyen Neslihan ise kararlı bir şekilde bu kara komediye katılmakta gecikmedi:
            “Oluyor bazen, çok karıştıran oluyor”
Adam yanındaki kadına dönüp “Çok benzemiyor mu ama” diye hayıflandı. “Ya çok sevindim. O adam sürekli sola küfrediyor. Bir ona bir de DSİP’lilere dayanamıyorum. Hay Allah çok sevindim.”
Sohbete şahit olanlarla birlikte epeyce güldük bu parodiye. Ama gece boyu, Taraf’ta yazmaya başladıktan sonra sokakta, lokantada, otobüste yoğun bir şekilde aldığım benzeri tepkileri düşündüm.
Ülkemde evrensel değerlere uygun güçlü bir sol muhalefet arzumdan ötürü, var olan yapıların arazlarını eleştirmem küfür sayılır mıydı? E, darbe karşıtı tavrım ya da  anti militaristliğim de gerekçe olamazdı.
Belki kimi sol çevrelerin karikatürize durumlarını, bir “kutsalı” konuşurkenki ciddiyetle değil de mizahın diliyle ele almam, tepkilerini çekiyordu.
Mevzuun kolektif bilinçaltıyla ilgili olduğuna kanaat getirdim sonunda.
Zaman düzleminde değerlendirdikleri ve akıllarını tutsak eden yersiz tutarlıklılarıydı aslında karşıma dikilen.
Dünüme dair özeleştirilerim, bugün hâlâ ısrarcı oldukları hataların yüküyle kamburlaşan sırtları sızlatıyor olmalıydı.
Çünkü (gerçi alakaları yok ama) diyalektik materyalist olduğunu iddia eden bir solcu, ne dün ne de bugün yanlışa düşmüş olabilirdi.
Komik!
İnanın, irrasyonel bir varlığa inançlarından ötürü, alâmetifarikaları farklılığa ve değişime tahammülsüzlük olduğu iddia edilen dindarlar, tutarlılık denilen kavramın cenderesinde sıkışan sol kesimler kadar irrasyonel değiller.
Belki bu görece sağlıklı hallerinde, tevekkülün etkisi var. Bir nevi, varoluşçuluğun getirisi bu. Böylece kendilerini, pozitif aydınlanama zihniyetinin başımıza bela ettiği, insanın rasyonel bir varlık olduğuna dair “inancın” yanılgılarından koruyorlar.
Bu yüzden de insan merkezci (antroposantrik) ve aklı fetişleştiren solcular gibi, çoğu kez zamanın ruhunu ve gerçeğini bir kenara bırakma pahasına düşüncelerinin dünle tutarlı olmasına çabalamıyorlar. Bu yüzden de değişiyorlar, gelişiyorlar.
Bugün ülkenin içinde olduğu dönüşüm sürecinde, dindarların kafaları karıştırırcasına adeta bir lokomotif vazifesi görmeleri de bu yüzden.
Sol ise tüm sermayesini koyduğu ancak daha sonradan kârsız olduğu anladığı halde bu “projeye” para harcamaktan geri durmuyor. Varını yoğunu, değişime karşı ördüğü barikatların harcına yatırıyor. E haliyle tüm faaliyeti batık masraf hatasında ısrardan bir adım öteye geçemiyor.
Yazık!
En devrimci haliyle değişimin hayaletlerinin bile karşısı dikilen dostlara, yukarıdaki resme bakmalarını öneriyorum. Ardından Gökbilimci Carl Edward Sagan’ın dünyaya yaklaşık 6 milyon kilometre uzaklıktan çekilen bu fotoğraf (Pale Blue Dot) üzerine yazdığı şu satırlara bir göz atsınlar:
"Tüm o generaller ve hükümdarlar tarafından dökülen kan ırmaklarını düşünün... o şekilde, şeref ve zafer içerisinde dönemlerinin efendileri olan, yalnızca küçük bir noktanın bir bölümünde... bu küçük pikselin bir köşesinin sakinlerinin, diğer bir köşesin farkları zorlukla ayırt edilebilen sakinlerine yaptıkları bitmek bilmeyen zorbalıkları düşünün...başka birini öldürürken ne kadar heveslilerdi. Düşmanlıkları ne kadar ateşliydi. Afra tafralarımızın, hayali ben-merkezciliğimizin, evrende ayrıcalıklı bir pozisyonda olduğumuza dair yanılgımızın, boyunun ölçüsü bu soluk ışıklı nokta tarafından alındı"
O noktada nokta bile değiliz ki, bir de o küçük zihinlerimizdeki hatalarda tutarlı olmamız beklensin bizden.
Trajedi!