31 Aralık 2010 Cuma

Dilim onurum falan değil


Taraf/ 31 Aralık 2010 Cuma

Aşırı görecelilikle beslenen, karşılıklı öğrenmeye, diyaloga ve etkileşime kapalı, yalnızca farklılığı tanımayı, ona saygı duymayı öneren çokkültürcülük yaklaşımının nihai sonucu farklı grupların tecridi oluyor.
Hatta belirgin izlerine kimi politik formasyonlarda rastladığımız bu aşırı görecilik, kavramsal sistemler arasındaki farklılıklara o kadar yoğun vurgu yapıyor ki, sonuçta görebildiği şey de sadece farklılık oluyor.
Kültürün ve doğal olarak dilin sadece insani faaliyetlerin zemini değil, aynı zamanda bu faaliyetin sonucu olduğu gerçeğini göz ardı eden yaklaşımlar, kültürün edilgen bir biçimde özümsenen bir şey değil, uyarlanan bir şey olduğu gerçeğini de göz ardı ediyorlar.
DTK’nin yayımladığı ve şimdilik yoğun olarak iki dilli yaşam boyutunda kitlenen demokratik özerklik taslağının ardından başlayan tartışmalarda, onur, gurur, namus ve kutsal kelimeleri havada uçuştuğu için, bir türlü hamasetten yakamızı sıyırıp mevzuun sosyolojik ve felsefesi boyutuna terfi edemiyoruz. Ancak dünyadaki benzer pratikler bize açıkça gösteriyor ki, çözüme varan yolda, bu durağa uğramadan mesafe kat etmek nerdeyse olanaksız.
Ben dünya üzerinde hiçbir dilin “kutsal” olduğunu düşünmüyorum. Ana dilim olan Türkçe “onurum” olmadığı gibi, politik dünyamı “Türkçe düşünüp” “dünyaya Türkçe bakmak” gibi söylemlerle şekillendirmenin son derce sınırlandırıcı, dahası karikatürize bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum.
Keşke tüm insanlık ailesi ortak bir dil konuşsaydı.
Bu satırları okuyan bazı Kürt arkadaşların, elbette ki tuzumdaki nem oranı tahlil ettikten sonra, sözlerimi, egemen ulusun tepeden bakan irite edici objektifliğinin bir tezahürü şeklinde eleştireceklerini tahmin ediyorum.
Ne var ki, Kürtlerin ya da başka bir etnik grubun ana dilini kullanma hakkını tartışmayı bile abesle iştigal saymamın nedeni de bizzat bu yaklaşımımdır.
Zira yol üzerindeki tabelalarda insanların anladığı dil yerine “yabancı” bir dilin kullanılmasını dayatan mantığın da, zihinsel olarak bir kedi yavrusundan farksız birkaç aylık âdemoğlunun dürtülerinden biri olan, iletişimin temel araçlarından dil’in kendisine aşırı anlam yükleyen faşizan zihniyet olduğu kanaatindeyim.
Sivil itaatsizlik yöntemlerinden biri olan suskunluk gibi, üzerinde baskılar olan dilin inadına tercih edilmesinin kendisi politik olarak bir anlam ifade edebilir. Ancak bu yaklaşıma dair söylemlerde ulus kavramın temel bileşenlerinden biri olan dilin kutsallığına yapılan aşırı vurgu, bizzat temel haklar mücadelesine zarar verir.
İşte tablo ortada, CHP’sinden MHP’sine milliyetçiler, sayıları rahat rahat iki üç milyonu bulan ve Kürtçeden başka bir dille iletişim kuramayan insanların yaşamını kolaylaştıracak bir açılım karşısında ciddi ciddi, cumhuriyetin temel niteliklerinden giren, “bölünmüş Belçika’nın hazin sonundan” çıkan cümleler kuruyorlar. Dahası bu konuda adım atmak isteyen icracı hükümeti de girdaplarına çekiyorlar.
Son dönemde üzerinde fırtınalar kopartılan demokratik özerklik ve iki dilli yaşam tartışmalarında pek çoğu son derce haklı ve meşru talepleri olan Kürt siyaseti, söylemlerini teknik bir boyuta indirgeyebilse, inanın sağdan soldan milliyetçi cephenin direnişi de önemli ölçüde zayıflatabilir.
Anadilde eğitim, belediyecilik hizmetlerinin iki dilde verilmesi gibi isteklerin “Kürt ulusal bilincinin inşa sürecinde kutsal bir adım olduğu” türünden zırvalıklar terk edilip, bu adımların gündelik yaşam pratikleriyle alakalı konular olduğu açıkça dile getirilse, kimse de bu taleplerin karşına kendi meşrebince ıvır zıvır kutsallıklarla dikilemez.
Romantik ifadelerle dillendirilen talepler karşısında, bir yandan Kürt seçmenini tatmin edip küstürmemeyi, diğer yandan da milliyetçi tabanında oluşan kaygıları gidermeye çalışan AKP de reform sürecinde mehteran adımları atmaktan kurtulup hızlanabilir.
Merak ediyorum, yalnızca tabanının reflekslerini kemikleştirmek kaygısıyla hareket eden ve tıpkı karşısındaki milliyetçiler gibi ulusal değerler güzellemesinin sığlığında debelenen Kürt siyasal hareketinin liderleri, bu ileri adımlarında, sık sık referans yaptıkları İspanya ve İrlanda örneklerinin teorik çalışmalarına bir göz atmayı düşünüyorlar mı?
Yoksa, adeta Ertuğrul Özkök’ün Öcalan’ın “spritüel bir lider olduğu” tespitinin doğruluğunu kanıtlarcasına, haklı mücadelelerini lider kültünün konforunda ve mağduriyet edebiyatının gizemli çekiciliğinde vasatlığa mahkûm etmeye kararlılar mı?
Bence kendilerine yakışan, dünyadaki muadilleri gibi daha seküler ve sol bir zeminde söylemler üretmektir. İzliyoruz.
            Happy new year.


29 Aralık 2010 Çarşamba

BDP, HAS-PAR, EDP, niye olmasın


            Taraf/ 28 Aralık 2010 Salı

Gündemdeki anadilde eğitim, çift dilli yaşam ve demokratik özerklik tartışmaları, 2011 Haziran seçimlerinin ardından nasıl bir ülkede yaşayacağımızın ipuçlarını veriyor.
            Bazılarımızın “Hiç olmazsa demokratikleşme reformlarına daha az muhalefet ederler” diye umutlandıkları Kılıçdaroğlu önderliğindeki “yeni” “solcu” CHP’nin sahadaki ilk sınavını nasıl verdiğini gördük işte.
            Bölgede Kürtlerle kucaklaşmayı hedeflediklerini söyleyen (Kürt demeden tabii) partinin genel başkanı söz konusu tartışmalarla ilgili ne diyor:
            “Ama dilimiz Türkçedir, resmi dilimiz Türkçedir. Resmi dilin yanına başka bir dil koymak doğru değildir, ülkeyi böler, ayrıştırır… Bizim bir bayrağımız var, şehitlerimizin kanıyla sulanmış, göndere çekilirken hepimiz gururla saygı duruşunda bulunuruz. Bu bayrak, ne benim, ne bir başkasının bayrağı. Bu bayrak, ulusun bayrağı. Bu ulusun her parçası bu bayrağın sahibidir. Farklı bir bayrak tartışmasını yapmak bile doğrusunu isterseniz bizim onurumuzu kırıyor. Böyle bir şey düşünülemez." 
            “Bayrak, saygı duruşu, şehit kanı, bölünme, ulusal onur…”
            “Sol”da konumlandığını iddia eden muhalefetin söylemi bu olunca, reflekslerini bir ölçüde dönüştürmeyi başarsa da hâlâ tabanının ezici çoğunluğunu milliyetçi-muhafazakârların oluşturduğu AKP de ay yıldızlı topa girmekte tereddüt etmiyor tabii.
            Başbakan Tayyip Erdoğan’dan dinleyelim:
            “Kürt sorununu savunuyorum, ama biz Kürtçülüğe karşıyız. Bizim üç kırmızıçizgimiz var. Etnik, bölgesel ve dinsel milliyetçilik yapmayacağız. Türkiye Cumhuriyeti tek millet, tek bayrak, tek devlettir. Resmi dili Türkçedir. Ortak dil Türkçedir, bu gerçeği değiştirmeye yönelik hiçbir girişim kabul edilemez. Bu topraklarda ameliyata izin vermeyiz”
            “Kürt sorunun savunuyorum ama… Tek millet, tek bayrak, tek devlet, tek dil!”
            Elbette AKP’den ve CHP’den, BDP’nin ya da DTK’nın, bazılarını benim diyen demokratların ve özgürlükçülerin bile aşırı bulduğu taleplerini kabul etmelerini, savunmalarını falan beklediğimiz yok.
            Ama büyük bir kabuk değişim sürecine girmiş, statükonun da enikonu yıpranmış olduğu 2011 Türkiye’sinde, her demokratik ülkede pekâlâ “tartışabilecek” bu konuların, geçen yüzyılda kalmış faşizan ulus devletin argümanlarıyla savuşturulmasına karşı çıkacak, bu mevzuların “teknik” bir boyutta konuşulabilmesini önerebilecek, siyasal iktidarı ve kamuoyunu da bu aklıselim atmosfere hazırlayacak bir muhalefet çıkartamayacak mıyız?
            Seçime şunun şurasında altı ay kaldı. E hal buyken, milliyetçi söylemelerin havada uçuştuğu, AB üyeliği perspektifinin rafa kalktığı bu karanlık tabloda, başta AKP olmak üzere, diğer partileri seçim sonrasında yeni, sivil ve demokratik bir anayasa yapılması iradesini açıkça ortaya koymaya nasıl zorlayacağız mesela.
            Hele ki haziran sonrasında meclisin mevcut aritmetiğinin çok değişmeyeceği, AKP’nin üçüncü seçim zaferini kazanacağı, seçime yukarıda örneklerini verdiğimiz argümanlarla giren partilerin de “muhalefet” sıfatıyla karşımıza çıkacakları ortadayken.
Duyumlarıma göre sekiz “sol” partinin CHP’de yan yana gelmesiyle oluşturulacak MC-sol blok ittifakı iyice pişirilmiş. Hatta ÖDP içerisinde bu yan yana geliş sıkıntı da yaratmış, partide yeni bir bölünmenin söz konusu olduğu iddia ediliyor.
Bu süreçte, BDP’nin, HAS Parti’nin ve EDP’nin yan yana bir seçim ittifakına gitmesi çok mu zordur?
CHP’ye bile ittifak önerebilecek kadar pragmatistleşen BDP, “Anadil ana sütü gibi helaldir” diyen, yeni anayasa sürecini “yetmez ama evet” diye karşılayan, içerisinde Mehmet Bekaroğlu, Zeki Kılıçaslan gibi demokratların bulunduğu, Saadet’in katı milliyetçi-muhafazakâr tabanı içerisindeki demokrat unsurları kendisine çeken HAS Parti ile yan yana gelemez mi?
Gerek referandum sürecinde gerekse ana dil, demokratik özerklik ya da üniversitelerdeki türban sorunu gibi konularda hiçbir kompleksleri olmadığını açıkça gösterip cesurca evrensel sol değerlerden yana tavır koyan EDP için bu soruları sormuyorum bile.
Nüanslarını bir birine dayatmadan, yeni anayasa ve daha fazla demokrasi müşterekinde oluşturulacak böylesine bir seçim ittifakı bence barajı aşar.
Böylece hem siyasal iktidarı daha fazla milliyetçilik yapmaya mecbur eden muhalefet etkisiz hale getirilmiş olur hem de AKP demokratikleşme reformlarında bir meşruiyet zeminine kavuşmuş olur. Söz konusu partiler de seçim sonrası bu demokratik perspektiflerini meclise taşırlar ve nicedir özlediğimiz gerçek muhalefeti bize armağan ederler.
Çok mu zor?
Tabanı bahane etmeyin lütfen. Demokratlar çoktan sokakta, fikri boyutta yan yana geldi, görmüyor musunuz?
İnanın tüm demokratlar kazanır, Türkiye kazanır.
Bu konuyu konuşmaya devam edelim derim.


            

24 Aralık 2010 Cuma

Bir acayip sol var CHP’de, CHP’den içeru

Taraf/ 24 Aralık 2010 Cuma

Salı günü, referandumda “yetmez ama evet” diyen bizlerin ‘İslamcı hükümete gösterdiğimiz müsamaha’yı CHP’den esirgeyerek düşmanlık yaptığımızı iddia eden Radikal Yazarı Özgür Mumcu’nun yanıldığını yazmıştım.
Mumcu dün köşesinde şunları yazdı:
“Geçen pazartesi şöyle yazdım: ‘CHP’nin uzun süredir baskılanan sol kanadının partide yeniden güç kazanmaya başladığı görülüyor.’ Bu ifadeyi özellikle Taraf gazetesinde yazan Melih Altınok başta olmak üzere birkaç kişi eleştirdi. Cümle dikkatle okunursa kastedilenin CHP’nin sol kanadı olduğu anlaşılacaktır. Yani benim ya da bir başkasının idealindeki sol değil, CHP’nin içindeki sol.” 
Mumcu haklıdır. Ben de tam olarak bunu söylüyorum zaten.
CHP’nin içerisinde baş verdiği söylenen filiz, bizlerin kafasındaki evrensel kritere uyan sol değil, müesses nizamı dönüştürmek şöyle dursun, onu Türkiye’nin içinde bulunduğu konjonktürde makyajlayarak muktedir kılmaya çalışan ve bu haliyle darbe sisteminin ideolojik aygıtı olarak vazife gören bir soldur.
Geçen yüzyılın terakkici söylemlerini yeni ve devrimci görmediğimiz için, şimdi karşımıza geçip bunları dillendiren CHP’ye “yetmez ama evet” demememizin en önemli nedeni de budur.
CHP-ML’li olarak tarif ettiğim solcuların, “CHP’yi AKP’den daha makbul saymak Marksizmin mütemmim cüzü müdür” diye sorduğumuz için bizi sağcılıkla ve liberallikle yaftalamasını bir kenara koyuyorum.
Ancak, tüm iyi niyetleriyle, CHP’nin içine girdiği savlanan değişimin ardından, siyasal iktidarın, sürecin dayattığı elzem olan demokratikleşme reformlarına eskisine göre daha az muhalefet eder bir konuma gelmesine fit olacaklarını söyleyen arkadaşlar da farkında olmadan bu CHP-ML’lilere yaklaştıklarını artık görmeliler.
Öyle ya, üçüncü kez mutlak bir seçim zaferi ilan etmesi mucize olmayacak bir siyasal iktidarın, Kürt sorunu ve askeri vesayet gibi konularda düne göre “endişeli reformist”e dönüşmesinin önüne set çekecek “sol-sosyal demokrat” muhalefetin ana argümanı “Açacaksın bölgede üç beş fabrika bak bir daha yapıyorlar mı” şeklinde özetlenebilecek et balık kurumu solculuğu olabilir mi?
İçindeki “Truva atı” bakanların yanı sıra, askeri ve sivil bürokrasinin sultasına teslim olup, orduyu Sayıştay’ın özgür denetiminden sakınan ve askerlere yargılama yolunu açan referandum değişikliklerini, gizli gizli by-pass etmeye kalkan bir siyasal iktidar karşısında son derece saygılı, tüm dünyada solun desteklediği demokratik özerklik ve anadil tartışmalarındaysa sus pus olan bir muhalefete dünyanın neresinde sol, hatta “parti” denir. Ve biz niye kendilerine sol adına kredi açmak zorundayızdır.
Eğer bunlar umutlanmanıza yeterliyse, aynı refleksleri gösteren MHP’yi niye unutuyorsunuz o zaman? İçkiyle pek araları yok diye mi?
Evet, Mumcu haklı, nevi şahsına münhasır bir sol var CHP’de. Ve bu bir acayip sol, cemaatin önemli isimlerinden Hüseyin Gülerce’nin de makul bulduğu bir içerikte.
Çarşamba günü Zaman gazetesindeki köşesinde “umudunu, heyecanını” açık eden Gülerce’nin tavrı bence fazlasıyla dikkate değer. Aralarında Türkiye’de ciddi bir dönüşüm arzulayan demokrat Müslümanların fazlasıyla bulunduğu cemaati, CHPvari bir anlayışla makul sınırlara hapsetmeye çalışanlarla, cumhuriyetin elitlerinin bu düşünsel ittifakı, partideki imaj çalışmasının ne anlama geldiğini sizce de açık etmiyor mu?
Yeter bunca yıldır çektiğimiz demokrasi açlığı ve muhalefet özlemini onun sapı bunu köküyle geçiştirdiğimiz. Yeterince rejim yaptık zaten, biz pilav istiyoruz.

Kampuslarda bir hayalet dolaşıyor

            Bildiğiniz üzere Marks, Komünist Manifesto’ya “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor” sözleriyle başlar. 19 yüzyılın son çeyreğinde başlayarak kapitalizme epeyce korku teri döktüren bu hayalet, kimi suretlerinin pratikleri nedeniyle bizzat zincirlerini kırmayı vaddettiği ezilenleri de korkuttu.
Ama özü olan enternasyonalizmi unutan, bu nedenle de yaşadığı kimi coğrafyalarda kendisini ulusal sınırlara hapsedip üstüne hiç mi hiç vazife olmadığı halde enerjisini yerelde dinle ve etnik kimliklerinden ötürü ötekileştirilen kesimlerle mücadeleye vakfeden komünist oluşumlara karşı duran da yine bizzat Marksistlerin kendileri.
Sokakta “Yetmez ama evet” derken, şimdi de kampuslarda, darbe sisteminin ortak mağduru oldukları halde, birinin kazanımı diğerinin kaybetmesine bağlıymış gibi karşılıklı mezarlar kazmaya memur edilmiş Müslüman demokratlar, sosyalistler, solcular bir araya geliyor ve hayaleti uyandırıyorlar.
“Üniversitelere Özgürlük İstiyoruz İnisiyatifi” kampuslardan dışlanan, baskı altına alınan yoksul, Kürt ve tesettürlü öğrencilere özgürlük taleplerini yarın Ankara Üniversitesi Cebeci Kampusu önünde saat 14’de haykıracaklar.
Haydi, farklı inançlardan ve etnik kimliklerden oluşan devrimci gençler, kafesinden çıkartın Hayalet Casper’ı da paranormal aktivitelerle ödünü kopartsın ceberut rejimin.

22 Aralık 2010 Çarşamba

“İstikamet 27 Mayıs”a “yetmez ama evet” diyen sol

Ülkede siyasal iktidara daha fazla özgürlük zeminde muhalefet edecek bir sol arzusunda olan demokratların CHP’ye yönelik eleştirilerinin, “AKP’ye gösterdikleri müsamahayı CHP’den esirgiyorlar” diye mahkûm edilmesini anlamak mümkün değil.

Sık sık duyduğumuz bu yaklaşımı en son dillendiren Radikal’den Özgür Mumcu, dünkü yazısında şöyle diyor:

“…AKP’yi bugün demokratikleştirici bir güç, Türkiye’nin en demokrat partisi olarak kabul eden çok kişi var. Aynı kişilerin bugün CHP’yi genleri bozuk, ne yapsa olmaz diye eleştirmesi ya çok ciddi bir çifte standardın ya da onulmaz bir düşmanca körlüğün göstergesi. 
Bu cumartesi belirlenen yeni ‘parti meclisi’nde kimi isimlere bakınca, başkalarından esirgenmeyen ‘yetmez ama evet’in CHP’den esirgenmesi pek akla yatmıyor.

Mumcu’nun yaklaşımı, tıpkı bir dönem benim de gözlerimi kör eden “Ne darbe ne şeriat” mantığında olduğu gibi, Yasemin Çongar’ın tabiriyle, sol cenahta yaygın olan ‘simetri hastalığı’nın müzminleşmesinin en somut ifadesi.

Solcuların, Mumcu’nun yazısında söylediği gibi, köklerinde muhafazakâr-dini refleksler olan bir geleneğin bugün demokratikleşme açılımları gibi konularda attığı ileri adımlara verdikleri şartlı desteği, hâlâ ısrarla kendisini “solda” tanımlayan ve bu merkezi konumuyla sol muhalefeti bloke eden, Sosyalist Enternasyonal üyesi bir partinin “geriye doğru emeklemesi” karşında da beklemek siyaseten körlük değil midir?

Entelektüel seviyesinden şüphe etmediğim okurlarımız kusura bakmasınlar ama söz konusu tartışmanın vardığı içler acısı boyut beni şu basit somutlamayı yapmaya mecbur ediyor.

Şöyle düşünün, evrensel kriterler açısından ülkenin sol partileri mesela EDP ya da DSİP, bugün karşımıza çıkıp “Türbanlı öğrencilerin eğitim hakkı engellenemez” dese, biz solcular kalkıp kendilerine “yetmez ama evet” mi deriz, yoksa “Günaydın! Uyanın da balığa mı gidelim” mi?

Aynı mantıkla AKP tabanı ile ortak kümesi oldukça geniş olan MHP “Kürt sorununda siyasi çözüm arayışları öne çıkartılmalıdır” dese, “Niye federasyon tartışmasına destek vermiyorsunuz mu deriz yoksa “Yetmez ama evet” mi?

Hülasa “Yetmez ama evet kampanyasının sıkı bir destekçisi ve ilk imzacılarından olarak, AKP’yi özgürlükçü solda yer alan devrimci parti olarak değil, küresel konjonktürün Türkiye’ye dayattığı çözümü fark edip buna uyguna davranmaya gayret eden “ürkek” bir reformist iktidar partisi olarak görüyorum. Dolaysıyla attıkları her ileri adım beni şaşırttığı kadar mutlu da ediyor ve saçma sapan umacılara aldırmaksızın halkın “çıkarına” uygun oldukları için destekliyorum.

Tartışmanın bu temel mantıki veçhesinin ötesinde bir de Mumcu’nun yazısında yer verdiği “CHP’nin uzun süredir baskılanan sol kanadının partide yeniden güç kazanmaya başladığı görülüyor” tespitinin ne kadar gerçeği yansıttığı boyutu var elbette.

Partide güç kazanmaya başlayan o sol kanadın kimlerden oluştuğunu bilmiyorum, Allah için iyi de saklıyorlar bu solcuları. Ama CHP’nin cumartesi günkü kurultayında salona “Mustafa kemal’in askerleriyiz” sloganları attıran, Haberal’ın, Kanadoğlu’nun ya da ADD Başkanı Tansel Çölaşan’ın ismini dakikalarca alkışlattıran yeni yönetim kastediliyor olmalı.

Kurultayından bir önce “muhtıra” yemiş bir ülkenin “sosyal demokrat” olma iddiasındaki bir partisinin genel başkanı, konuşmasında bu konuya değinmiyorsa, üstüne üstlük Ergenekon sanıklarına bir de değil iki kez selam çakıyorsa ve ben de kendilerine “yetmez ama evet” diyorsam, solculuğuma kırk şahit gerekmez mi dostlar?

Elbette, bugüne kadar ki demokrasi mücadelesine verdiği katkıları her zaman takdir ettiğim Sezgin Tanrıkulu gibi isimlerin her partide yer alması beni ancak mutlu edebilir. Ancak daha Pazar günü Bitlis’te yaptığı konuşmada, adeta nazire yaparcasına “Kürt” diyen, “Kürt halkı” diyen o “sağcı” Başbakan kadar bile olamayıp, kurultay konuşmasında bir kez olsun “Kürt” diyemeyen Kılıçdaroğlu’nun CHP’si, parti içerisinde çok kısa bir sürede “yalnız ve bir başına” bırakılacağı sır olmayan Tanrıkulu sayesinde mi yüzünü sola dönecek?

KCK davasında sanıkların Kürtçe savunma talebini bile hazmedemeyen ve partinin politikalarında etkinliği sır olmayan Genel Sekretere Süheyl Batum’u ve daha nicelerini nereye koyacağız mesela?

Kimse 2010 yılında bu ülkenin solcularından, sosyalistlerinden, demokratlarından, hâlâ hâlâ kurultaylarında köy enstitülerinden gelen mesajları alkışlattıranlara, söylemleriyle akla 27 Mayıs’ın o korporatist “gençliğin enerjisi, kadının yeniliği, ulusun azmi” türünden yaklaşımlarını getirenlerin kalkınma ve değişim vaatlerine “yetmez ama evet” demesini beklemesin.

Hayvan terli.